Düşünmemizi, akıl yürütmemizi ve düşüncelere dalmamızı sağlayan mekanizmalar milyonlarca yıl önce yoktu. Fi tarihinde karaya çıkarak sürünen ilk balık şüphe içinde, “Neden bunu yapıyorum ki? Burada nefes alamam, bacaklarım bile yok ya da bunlara her ne deniyorsa işte. Açıkça görülüyor ki ilkel insan beyni başarılıydı, çünkü tür olarak bizler hayatta kaldık ve şimdi dünyada egemen canlı türüyüz. Ama evrimleşmiş karmaşık bilişsel yeteneklerimize rağmen başlangıçtaki ilkel beyin fonksiyonları ortadan kalkmadı. Hatta daha önemli hale geldiler: Yemek yemeyi unutmak ya da bir uçurumdan aşağı yuvarlanmak gibi basit şeylerden ölüp duruyorsanız, dil ve akıl yürütme yetilerine sahip olmak pek de önem taşımaz. Beynin kendini destekleyecek bedene ve bedenin de kendini kontrol ederek gerekli şeyleri yapmasını sağlayacak beyne ihtiyacı var. (Aslında bu tanımın ifade ettiğinden çok daha fazla birbirlerine bağlıdırlar ama şimdilik bununla idare edelim.)
Sonuç olarak beynin bölümlerinin çoğu temel fizyolojik fonksiyonlara, içsel işleyişlerin takibine, sorunlara verilen tepkilerin koordinasyonuna, karmaşayı temizlemeye ayrılmıştır. Bu temel özellikleri kontrol eden bölgeler olan beyin kökü ile beyincik bazen “sürüngen” beyni olarak adlandırılır ve ilkel doğaları vurgulanır, çünkü karanlık zamanlarda sürüngen olduğumuzda da beyin aynı şeyleri yapıyordu. (“Dünyada yaşam” bütününe memeliler daha sonradan dahil oldu.) Bundan farklı olarak biz modern insanların sefasını sürdüğü daha gelişmiş beceriler –bilinç, dikkat, algı, akıl yürütme– neokortekste yer alır, “neo” “yeni” anlamına gelir. Fiili düzen bu basit adlandırmadan çok daha karmaşık olsa da bu özet faydalıdır. Bu kısımların –sürüngen beyni ile neokorteksin– uyum içinde çalışacaklarını ya da en azından birbirlerini görmezden geleceklerini umabilirsiniz. Kimileri bunu umar. Bir mikro yöneticiyle 2 çalışmanın ne kadar verimsiz olabileceğini deneyimlediyseniz bunu rahatça anlayabilirsiniz. Sizden daha az deneyimli (ama daha üst konumda) birisinin tepenizde dikilmesi, hatalı talimatlar vermesi ve saçma sorular sorması işleri daha da zor hale getirir. Sürüngen beynimiz ile neokorteks bunu her zaman yapar.
Ama işler tek taraflı değil. Neokorteks esnek ve uyumludur, sürüngen beyinse kendi yöntemleri konusunda değişmezdir. Yaşça büyük ya da bir işi daha uzun süredir yaptıkları için en iyi olduklarını düşünen insanlarla hepimiz karşılaşmışızdır. Bu insanlarla çalışmak kâbus olabilir, “İşler hep böyle yürür” diyerek daktiloyla bilgisayar programı yazmaya çalışan birisini düşünün. Sürüngen beyni bunu yapabilir, inanılmaz inatçı davranarak iyi gidebilecek işleri bozabilir. Bu bölümde, beyin bedenin en temel fonksiyonlarını nasıl karmaşıklaştırıyor, bunu inceleyeceğiz. Modern insanlar vakitlerini her zamankinden daha fazla oturarak geçiriyor. Elişleri yerini büyük oranda ofis işlerine bıraktı. Otomobiller ve diğer ulaşım araçları oturarak seyahat edebilmemizi sağlıyor. İnternet, tüm hayatınızı nette gezinerek, banka işlerini hallederek ve alışveriş yaparak geçirebileceğiniz anlamına geliyor. Bunun kötü tarafları da var. İnsanların uzun süre oturmaktan zarar görmemeleri, sakatlanmamaları için ergonomik tasarlanmış ofis sandalyelerine inanılmaz paralar harcanıyor. Uçakta uzun süre oturmak kan pıhtılaşması nedeniyle ölümcül bile olabiliyor. Garip görünebilir ama az hareket etmek zararlı. Çünkü hareket etmek önemli. İnsanlar bu konuda oldukça başarılı; bolca hareket ediyoruz, tür olarak dünyanın yüzeyini neredeyse tamamen kaplamış ve aslında Ay’a bile gidebilmiş olmamız bunun kanıtı. Günde üç kilometre yürümenin beyin için faydalı olduğu saptanmış, muhtemelen bedenin her bir organı için de faydalıdır. 3 İskeletimiz uzun süre yürümeye izin verecek şekilde evrimleştiği gibi ayaklarımızın, bacaklarımızın, kalçalarımızın ve genel olarak bedenimizin düzenlenişi ve özellikleri de yürümeye uygundur.Mesele sadece bedenimizin yapısı da değil, beynimizin katılımı olmasa bile yürümeye “programlanmış” gibi görünüyoruz.
Omurgamızdaki bazı sinir kümeleri herhangi bir bilinç unsuru olmadan hareketimizi kontrol etmeye yardımcı olur. 4 Bu sinir demetlerine örüntü üreteci adı verilir ve merkezi sinir sisteminde omuriliğin alt kısımlarında bulunurlar. Bu örüntü üreteçleri, yürümeyi sağlamak için bacak kas ve tendonlarını belli örüntülere göre (adları da buradan gelir) uyarır. Aynı zamanda kaslardan, tendonlardan, deriden ve eklemlerden geribildirim alırlarki –örneğin yokuş aşağı yürüdüğümüzü saptamak gibi– koşullara uymak için hareket biçimini düzenleyip ayarlayabilelim. Bu, sonraki bölümlerde göreceğimiz uyurgezerlik olgusundaki gibi bilinçsiz bir insanın neden ortalıkta rahatça dolaşabildiğini açıklıyor.
Kolayca ve düşünmeden hareket edebilme yeteneği –ister tehlikeli ortamlardan kaçma, ister yiyecek kaynakları bulma, avı takip etme ya da
yırtıcılardan kaçma şeklinde olsun– türümüzün hayatta kalmasını sağladı.
Denizi terk edip karaya yerleşen ilk organizmalar dünya üzerinde hava
soluyan yaşam türüne yol açtı. Yerlerinde dursaydılar belki birçok şey
mümkün olmayacaktı.
Ama soru şu: Hareket etmek sağlığımızın ve hayatta kalmamızın içsel bir
parçasıysa ve bunun mümkün olduğunca sık ve rahatça gerçekleşmesini
garanti altına almak için karmaşık biyolojik sistemler evrimleştirdiysek, o
halde hareket neden bazen kusmamıza neden oluyor? Bu araba tutması ya da
yol tutması olarak bilinen olgudur. Bazen, sıklıkla da nedensiz bir şekilde
hareket halinde olmak kahvaltımızı ortalığa serer, öğle yemeğimizi heba eder
ya da yakın zamanda yediğimiz herhangi bir şeyi dışarı çıkarmamıza neden
olur.
Bunun sorumlusu gerçekte (o anda farklı hissetsek de) mide ya da iç
organlar değil beyindir. Evrimin sayılamayacak kadar uzun yıllarına meydan
okuyacak şekilde beynimizin, A noktasından B noktasına gitmenin kusmaya
yeterli neden olduğu sonucuna varması için nasıl bir gerekçe olabilir ki?
Aslında beyin evrimleşmiş eğilimlerimize meydan okumuyordur. Sorunun
kaynağında hareket etmemizi kolaylaştırmak için sahip olduğumuz sayısız
sistem ve mekanizma vardır. Araba tutması sadece araçlarda seyahat
ediyorsanız –bir taşıt içindeyseniz– meydana gelir. İşte nedeni.
İnsanlar içalgıya, bedenin belli bir anda nasıl düzene gireceğini ve hangi
organların ne yapması gerektiğini hissetmesini sağlayan karmaşık bir dizi
duyu ve nörolojik mekanizmaya sahiptir.Elinizi arkanıza koyduğunuzda hâlâ
elinizi hissedebilir, gerçekte görmeden nerede olduğunu ve hangi hareketi
çektiğini bilebilirsiniz. Bu içalgıdır.
Aynı zamanda içkulağımızda vestibüler sistem vardır. Dengemizi ve
konumumuzu algılayan sıvı dolu bir dizi kanaldan oluşur (bu bağlamda
“kemiksi tüpler” anlamına gelirler). Burada yerçekiminin de etkisiyle sıvının
hareket edebileceği yeterince alan bulunur ve beynimizin konumumuzu ve
yönümüzü bilmesini sağlayacak şekilde sıvıların durumunu ve düzenini
algılayacak nöronlarla doludur. Eğer sıvı, kanalların üst kısmındaysa bu baş
aşağı olduğumuz anlamına gelir, muhtemelen çok da ideal bir pozisyon
değildir ve mümkünse hızlıca değiştirilmelidir.İnsan hareketleri (yürümek, koşmak, hatta sürünmek ya da zıplamak)
oldukça spesifik sinyaller üretir. İki ayaklı yürümeye özgü düzenli yukarı
aşağı sallanma hareketi, bunun yarattığı genel hız ve etrafınızda bulunan hava
gibi dışsal güçler dolayısıyla dalgalanan içsel sıvılar söz konusudur. Tüm
bunlar içalgı ve vestibüler sistem tarafından tespit edilir.
Gözlerimize çarpan görüntü geçip giden dış dünyaya aittir. Görüntü ya
bizim hareketimiz ya da biz sabitken geçip giden dış dünya tarafından
meydana getirilir. En temel seviyede bunların ikisi de geçerli yorumlardır.
Beyin hangisinin doğru olduğunu nasıl bilebilir? Görsel bilgiyi alır, bunu
kulaktaki sıvı sisteminden gelen bilgiyle birleştirir ve bedenin hareket ettiği
sonucuna varır, bu normaldir ve sonra seks, intikam ya da Pokemon hakkında
düşünmeye geri döner, artık aklınızda ne varsa. Gözlerimiz ve iç sistemimiz
ne olup bittiğini açıklamak için beraber çalışır.
Taşıt aracılığıyla hareket farklı bir dizi duyum yaratır. Otomobillerde
beynimizin yürümeyle ilişkilendirdiği o ritmik salınım işaretleri yoktur
(otomobilinizin süspansiyonu tamamen harap olmadığı sürece) ve aynısı
uçaklar, trenler, gemiler için de geçerlidir.Taşıt kullanırken aslında hareketi
“yapan” siz değilsiniz; tek yaptığınız orada oturup zamanı geçirecek bir
şeylerle oyalanmak, örneğin kusmamak için çaba harcamak. İçalgınız, beynin
ne olup bittiğini anlamasını sağlayacak o akıllı sinyalleri üretemiyordur.
Sinyal olmaması sürüngen beyninizde duruyor olduğunuz anlamına gelir, bu
da hareket etmediğinizi söyleyen gözleriniz tarafından güçlendirilir. Ama
gerçekte hareket ediyorsunuz ve sözünü ettiğimiz kulak sıvıları yüksek hızlı
hareket ve ivmelerle yaratılan güçlere tepki vererek seyahat ettiğinizi, bunu
da epey hızlı şekilde yaptığınızı beyne bildiriyor.
Şu anda olup biten şey, beynin hassas şekilde ayarlanmış hareket tespit
sisteminden karışık sinyaller almasıdır ve araba tutmasına neden olanın da bu
olduğu düşünülür. Bilinçli beynimiz bu çelişkili bilgiyle kolayca baş
edebilirken bedenimizi düzenleyen daha derin, daha temel bilinçdışı sistemler
bunun gibi içsel sorunlarla nasıl başa çıkacağını bilemez ve hataya neyin
neden olduğu konusunda hiçbir fikirleri yoktur. Aslında, sürüngen beyni
ilgilendirdiği kadarıyla, tek bir olası yanıt vardır: zehir. Doğada içsel
işleyişimizi bu kadar derinden etkileyebilecek ve onları bu kadar karmaşık
hale getirebilecek yegâne şey budur.
Zehir zararlıdır ve eğer beyin bedende zehir olduğunu düşünürse tek bir
mantıklı tepki verebilir: Kurtul ondan, kusma sistemini harekete geçir,hemen. Daha gelişmiş beyin bölgeleri durumu daha iyi kavrayabilir ama bir
kez harekete geçen temel bölgelerin tepkilerini değiştirmek oldukça çaba
gerektirir. Sonuçta neredeyse tanımları gereği “her temel bölge kendi
bildiğini okur”.Araba tutması olgusu halen tam anlamıyla çözülememiştir. Neden bunu
her zaman yaşamıyoruz? Neden kimi insanların başına asla gelmiyor? Araba
tutmasının meydana gelmesine katkıda bulunan bazı dışsal ya da içsel
etkenler de olabilir, seyahat ettiğiniz aracın niteliği ya da belli hareket
tiplerine karşı hassasiyet için nörolojik yatkınlık gibi, ama bu bölümde
anlattıklarımız en popüler güncel teoriyi özetliyor. Alternatif bir açıklama
“nistagmus hipotezi”dir. 5 Buna göre hareket nedeniyle göz yuvarlağı
kaslarının (gözleri tutan ve hareket ettiren kaslar) elde olmadan gerilmeleri
vagus sinirini (yüzü ve kafayı kontrol eden ana sinirlerden biri) ilginç
biçimde uyarır, bu da araba tutmasına neden olur.İki durumda da, araba
tutması yaşamamızın nedeni beynimizin kolayca karmaşa içine düşebilmesi
ve olası sorunları çözme konusunda sınırlı seçeneklere sahip olmasıdır, tıpkı
hak etmediği şekilde terfi ettirilmiş ve herhangi bir şey yapması istendiğinde
klişelerle ya da bağırma krizleriyle tepki veren bir yönetici gibi.
Deniz tutması insanları daha çok etkiliyor gibi görünüyor. Karada
hareketlerinizi açığa vuracak çok sayıda şeye bakabilirsiniz (örneğin hızla
geçen ağaçlar). Gemideyse genelde sadece deniz ve herhangi bir faydası
olamayacak kadar uzakta duran şeyler vardır, böylece görsel sistemin
herhangi bir hareket olmadığını iddia etmesi daha olasıdır. Deniz yolculuğu
aynı zamanda öngörülemez bir aşağı yukarı hareketi de ekler, bu da kulak
sıvılarının gitgide daha fazla karmaşaya düşen beyne daha fazla sinyal
göndermesine neden olur. Spike Milligan’ın savaş hatıralarını anlattığı Adolf
Hitler: My Part in His Downfall (Adolf Hitler: Düşüşündeki Payım) adlı
kitabında Spike, İkinci Dünya Savaşı sırasında gemiyle Afrika’ya sevk edilir
ve bölüğünde deniz tutmasından etkilenmeyen tek kişi odur. Deniz tutmasıyla
baş etmenin en iyi yolu sorulduğunda yanıtı basitçe şudur: “Bir ağaç altında
oturmak.” Bunu destekleyebilecek bir araştırma olmasa da gayet eminim ki
uçak tutmasını önlemek için de bu yöntem işe yarayacaktır.Diyet ve yeme konusunda beynin karmaşık ve kafa karıştırıcı
kontrolüYemek yakıttır. Bedeniniz enerjiye ihtiyaç duyduğunda yersiniz.
Duymadığında yemezsiniz. Düşündüğünüzde bu kadar basit olmalıdır ama
sorun tam da budur: Biz çok akıllı insanlar bunu düşünebiliriz ve düşünürüz,
bu da her türden soruna ve nevroza neden olur.
Beynimizin yeme ve iştah konusundaki kontrolü çoğu insanı şaşırtabilir. 6
Bunun tamamen mide ya da bağırsaklar tarafından, belki de sindirilmiş
gıdaların işlendiği ve/ya da stoklandığı karaciğer ya da yağ rezervlerinden her
birinin katılımıyla kontrol edildiğini düşünürsünüz. 7 Gerçekten de bunlar
kendilerine ait rolleri oynar ama sandığınız kadar belirleyici değildirler.
Mideyi ele alalım; çoğu insan yeterince yediğinde “doydum” der.
Tüketilen besinin bedende vardığı ilk ana bölüm burasıdır. Siz doldurdukça
mide genişler ve midedeki sinirler beyne iştahı bastırması ve yemeyi
durdurması için sinyal gönderir, tamamen mantıklı bir durum. Yemek yerine
içtiğiniz kilo verdirici milkshake’lerin çalışma mantığı da budur.8 Milkshake
mideyi hızla doldurup genişleten yoğun maddeler içerir ve siz onu kekler ve
turtalarla doldurmadan beyne “doldum” mesajı göndermesini sağlar.
Ancak bunlar kısa vadeli çözümlerdir. Çoğu insan bunları içmesinin
üstünden yirmi dakika geçmeden açlık hissettiğini söyler, bu da büyük oranda
midenin genişleme sinyallerinin yeme ve iştah kontrolünün sadece ufak bir
bölümünü oluşturmasındandır. Bunlar beynin daha karmaşık unsurlarına
doğru çıkan uzun bir merdivenin en alt basamağına benzer. Ve merdiven
arada sırada zikzaklar çizer, hatta daha yukarılarda kendi üzerinde turlar
atar. 9
İştahımızı etkileyen sadece mide sinirleri değildir, bu konuda rol sahibi
hormonlar da vardır. Yağ hücreleri tarafından salgılanan leptin iştahı azaltan
bir hormondur. Grelin ise mide tarafından salgılanır ve iştahı artırır. Eğer
fazla yağ stokunuz varsa daha fazla iştah bastırıcı hormon salgılarsınız; eğer
mideniz düzenli bir boşluk fark ediyorsa iştahı artırmak için hormon salgılar.
Basit değil mi? Ne yazık ki hayır. İhtiyaçlarına göre insanlar bu hormonlara
yüksek seviyelerde sahip olabilir ama beyin hızla buna alışabilir ve bu durum
uzun sürerse kararlı bir şekilde onları görmezden gelebilir. Beynin öne çıkan
yeteneklerinden biri, ne kadar önemli olursa olsun aşırı şekilde öngörülebilirhale gelen her şeyi görmezden gelebilme becerisidir (askerlerin savaş
alanlarında uyuyabilmelerinin nedeni de budur).
“Tatlıya her zaman yeriniz olduğunu” fark ettiniz mi? Biraz önce bir
dananın yarısını ya da bir gondolu batıracak kadar peynirli makarnayı yemiş
olabilirsiniz ama yine de çikolatalı kekin ya da üç kaşık dondurma eklenmiş
tatlının hakkından gelebilirsiniz. Neden? Nasıl? Mideniz doluysa daha
fazlasını yemek fiziksel olarak nasıl mümkün olabilir? Bu, büyük oranda
beyninizin idari bir karar alarak hâlâ yeriniz olduğu sonucuna varmasından
kaynaklanır. Tatlıların tadı beynin tanıdığı ve istediği belirgin bir ödüldür
(bkz. Bölüm 8) ve beyin “burada yer yok” diyen mideyi yok sayar. Araba
tutmasındaki durumun tersine burada neokorteks sürüngen beyni üstünde
hâkimiyet sahibidir.
Bunun nedeni tam olarak belirsizdir. Neden, mükemmel görünmek için
insanların oldukça karmaşık bir beslenme rejimine ihtiyaç duyması olabilir,
böylece erişilebilen her şeyi yiyen temel metabolizma sistemi yerine beyin
devreye girerek beslenmeyi daha iyi düzenlemeye çalışır. Beynin tüm yaptığı
bu olsa iyi olabilirdi. Ama öyle yapmaz. İyi de olmaz.
Deneyimlerimizden öğrendiğimiz bağlantılar, konu yeme olunca son
derece güçlüdür. Diyelim kek gibi bir şeyi çok seviyorsunuz. Yıllar boyunca
herhangi bir sorun olmadan kek yemiş olabilirsiniz, sonra bir gün sizi hasta
eden bir kek yersiniz.İçindeki malzemelerden biri bozulmuş olabilir, alerjik
olduğunuz bir şey barındırabilir, ya da (işte can sıkıcı olan da budur) kek
yemenizden hemen sonra başka bir şey sizi hasta etmiştir. Ama o andan
itibaren beyin bağlantılar kurar ve keki kara listeye alır; bundan sonra kek
görmek bile bulantı hissini tetikleyebilir. İğrenme bağlantısı özellikle
güçlüdür, zehirli ya da hastalıklı şeyler yememizi engellemek üzere
evrilmiştir ve üstesinden gelmesi zor olabilir. İğrendiğiniz o şeyi onlarca defa
sorunsuz tüketmiş olsanız bile beyin bu kez Hayır! der. Bu konuda
yapabileceğiniz pek bir şey de yoktur.
Hasta olmak gibi biraz aşırı bir tepki dışında da durum aynıdır. Beyin
yiyecekle ilgili neredeyse her konuda araya girer. İlk lokmanın gözle
alındığını duymuşsunuzdur. Beynimizin çoğu, neredeyse yüzde 65’i tat alma
duygusundan daha çok görmeyle ilgilidir. 10 Bağlantıların doğası ve
fonksiyonu çok çeşitli olsa da, bu durum görmenin insan beyni için en önde
gelen duyusal bilgi kaynağı olduğunu gösterir. Bunun tersine, tat almaduyusu ise Bölüm 5’te göreceğimiz üzere aşırı derecede zayıftır. Burun
tıkaçları takılıyken gözleri bağlanan ortalama bir insan patatesi elmayla
karıştırabilir. 11 Şüphesiz, algıladığımız şeyler konusunda gözün dilden çok
daha büyük etkisi vardır, bu yüzden yiyeceğin nasıl göründüğü ondan
alacağımız zevki büyük oranda etkiler, süslü lokantaların sunum için
harcadıkları çaba da buradan gelir.
Rutin de yeme alışkanlıklarınızı ciddi şekilde etkileyebilir.“Öğle yemeği
vakti” cümlesini düşünün. Saat kaçtadır? Çoğunluk “Öğlen 12 ila 14 arası”
der. Neden? Eğer yemek enerji için gerekiyorsa, rençber ve oduncu gibi ağır
işçilerden yazar ve programcı gibi oturarak çalışanlara kadar toplumdaki
herkes öğle yemeğini neden aynı saatte yiyor? Çünkü uzun zaman önce
bunun öğle yemeği vakti olduğu konusunda anlaşmaya vardık ve bunu
nadiren sorguluyoruz. Bir kez bu düzene girdiğinizde, beynininiz çabucak
buna devam edilmesini ister ve acıktığınız için yeme zamanının geldiğini
bilmekten ziyade, acıkırsınız çünkü yeme zamanı gelmiştir. Öyle görünüyor
ki beyin, mantığın nadiren kullanılması gereken, az bulunur bir kaynak
olduğu fikrindedir.
Alışkanlıklar yeme düzenimizin önemli kısmını oluşturur ve bir kez
beynimiz bir şeyleri beklemeye başlayınca bedenimiz hızla onu takip eder.
Aşırı kilolu birisine daha disiplinli olması ve az yemesi gerektiğini söylemek
iyi hoştur ama yapması o kadar da kolay değildir. Aşırı yemeye başlamanız
duygusal açlık gibi birçok etkene bağlı olabilir. Üzgün ya da depresif
durumdaysanız, beyniniz bedeninize yorgun ve tükenmiş olduğunuz sinyalini
gönderir. Yorgun ve tükenmişseniz neye ihtiyacınız vardır? Enerji. Enerjiyi
nereden alırsınız? Yiyecek! Yüksek kalorili yiyecekler de beynimizdeki ödül
ve zevk devrelerini tetikleyebilir. 12 “Duygusal açlık salatası”ndan söz
edildiğini nadiren duymanızın nedeni de budur.
Beyniniz ve bedeniniz belli bir kalori girişine bir kez adapte oldu mu bunu
azaltmak son derece zor olabilir. Yarış sonrası yüz metre koşucularını ya da
maratoncuları iki büklüm nefes almaya çalışırken görmüşsünüzdür. Onları
oksijen oburu olarak değerlendirebilir misiniz? Kimse disiplinsiz, tembel ya
da açgözlü olduklarını söylemez. Yeme konusunda da benzer bir durum
(daha sağlıksız olsa da) söz konusudur, çünkü beden artmış yiyecek girişini
umacak şekilde değişmiştir, sonuç olarak da bunu durdurmak güç hale
gelmiştir.Daha en başta neden ihtiyaç duyduğumuzdan fazlasını yediğimizin ve zamanla buna alıştığımızın kesin nedenlerini saptamak imkânsızdır, zira
çok sayıda olasılık vardır ama şunu ileri sürebilirsiniz; eline geçen her
yiyeceği tüketmek üzere evrimleşmiş bir türe sınırsız miktarda yiyecek
sunarsanız karşılaştığımız şey kaçınılmaz hale gelir.
Yeme konusunda beynin kontrolünün daha fazla kanıtına ihtiyaç
duyuyorsanız, anoreksi ya da bulimia gibi yeme bozukluklarını düşünün.
Beyin bedeni, beden imgesinin besinden daha önemli olduğuna ikna etmeyi
başarır, böylece besine ihtiyaç duymaz! Bu bir otomobili benzine ihtiyaç
duymadığına ikna etmenizle aynı şeydir. Ne mantıklı ne de güvenlidir ama
yine de endişe verecek kadar normal bir şekilde yaşanır. Hareket etmek ve
yemek gibi iki temel zorunluluk beynimizin sürece karışması nedeniyle
gereksiz şekilde karmaşık hale gelir. Ancak yemek hayatımızın en büyük
zevklerinden biridir ve ona bir fırına kömür atıyor gibi davransaydık,
hayatlarımız herhalde çok daha sıkıcı hale gelirdi. Belki de beyin ne yaptığını
gayet iyi biliyor.
Omurgamızdaki bazı sinir kümeleri herhangi bir bilinç unsuru olmadan
hareketimizi kontrol etmeye yardımcı olur. 4 Bu sinir demetlerine örüntü
üreteci adı verilir ve merkezi sinir sisteminde omuriliğin alt kısımlarında
bulunurlar. Bu örüntü üreteçleri, yürümeyi sağlamak için bacak kas ve
tendonlarını belli örüntülere göre (adları da buradan gelir) uyarır. Aynı
zamanda kaslardan, tendonlardan, deriden ve eklemlerden geribildirim alırlar
ki –örneğin yokuş aşağı yürüdüğümüzü saptamak gibi– koşullara uymak için
hareket biçimini düzenleyip ayarlayabilelim. Bu, sonraki bölümlerde
göreceğimiz uyurgezerlik olgusundaki gibi bilinçsiz bir insanın neden ortalıkta rahatça dolaşabildiğini açıklıyor.
Kolayca ve düşünmeden hareket edebilme yeteneği –ister tehlikeli
ortamlardan kaçma, ister yiyecek kaynakları bulma, avı takip etme ya da
yırtıcılardan kaçma şeklinde olsun– türümüzün hayatta kalmasını sağladı.
Denizi terk edip karaya yerleşen ilk organizmalar dünya üzerinde hava
soluyan yaşam türüne yol açtı. Yerlerinde dursaydılar belki birçok şey
mümkün olmayacaktı.
Ama soru şu: Hareket etmek sağlığımızın ve hayatta kalmamızın içsel bir
parçasıysa ve bunun mümkün olduğunca sık ve rahatça gerçekleşmesini
garanti altına almak için karmaşık biyolojik sistemler evrimleştirdiysek, o
halde hareket neden bazen kusmamıza neden oluyor? Bu araba tutması ya da
yol tutması olarak bilinen olgudur. Bazen, sıklıkla da nedensiz bir şekilde
hareket halinde olmak kahvaltımızı ortalığa serer, öğle yemeğimizi heba eder
ya da yakın zamanda yediğimiz herhangi bir şeyi dışarı çıkarmamıza neden
olur.
Bunun sorumlusu gerçekte (o anda farklı hissetsek de) mide ya da iç
organlar değil beyindir. Evrimin sayılamayacak kadar uzun yıllarına meydan
okuyacak şekilde beynimizin, A noktasından B noktasına gitmenin kusmaya
yeterli neden olduğu sonucuna varması için nasıl bir gerekçe olabilir ki?
Aslında beyin evrimleşmiş eğilimlerimize meydan okumuyordur. Sorunun
kaynağında hareket etmemizi kolaylaştırmak için sahip olduğumuz sayısız
sistem ve mekanizma vardır. Araba tutması sadece araçlarda seyahat
ediyorsanız –bir taşıt içindeyseniz– meydana gelir. İşte nedeni.
İnsanlar içalgıya, bedenin belli bir anda nasıl düzene gireceğini ve hangi
organların ne yapması gerektiğini hissetmesini sağlayan karmaşık bir dizi
duyu ve nörolojik mekanizmaya sahiptir.
Elinizi arkanıza koyduğunuzda hâlâ
elinizi hissedebilir, gerçekte görmeden nerede olduğunu ve hangi hareketi
çektiğini bilebilirsiniz. Bu içalgıdır.
Aynı zamanda içkulağımızda vestibüler sistem vardır. Dengemizi ve
konumumuzu algılayan sıvı dolu bir dizi kanaldan oluşur (bu bağlamda
“kemiksi tüpler” anlamına gelirler). Burada yerçekiminin de etkisiyle sıvının
hareket edebileceği yeterince alan bulunur ve beynimizin konumumuzu ve
yönümüzü bilmesini sağlayacak şekilde sıvıların durumunu ve düzenini
algılayacak nöronlarla doludur. Eğer sıvı, kanalların üst kısmındaysa bu baş
aşağı olduğumuz anlamına gelir, muhtemelen çok da ideal bir pozisyon
değildir ve mümkünse hızlıca değiştirilmelidir.
İnsan hareketleri (yürümek, koşmak, hatta sürünmek ya da zıplamak)
oldukça spesifik sinyaller üretir. İki ayaklı yürümeye özgü düzenli yukarı
aşağı sallanma hareketi, bunun yarattığı genel hız ve etrafınızda bulunan hava
gibi dışsal güçler dolayısıyla dalgalanan içsel sıvılar söz konusudur. Tüm
bunlar içalgı ve vestibüler sistem tarafından tespit edilir.
Gözlerimize çarpan görüntü geçip giden dış dünyaya aittir. Görüntü ya
bizim hareketimiz ya da biz sabitken geçip giden dış dünya tarafından
meydana getirilir. En temel seviyede bunların ikisi de geçerli yorumlardır.
Beyin hangisinin doğru olduğunu nasıl bilebilir? Görsel bilgiyi alır, bunu
kulaktaki sıvı sisteminden gelen bilgiyle birleştirir ve bedenin hareket ettiği
sonucuna varır, bu normaldir ve sonra seks, intikam ya da Pokemon hakkında
düşünmeye geri döner, artık aklınızda ne varsa. Gözlerimiz ve iç sistemimiz
ne olup bittiğini açıklamak için beraber çalışır.
Taşıt aracılığıyla hareket farklı bir dizi duyum yaratır. Otomobillerde
beynimizin yürümeyle ilişkilendirdiği o ritmik salınım işaretleri yoktur
(otomobilinizin süspansiyonu tamamen harap olmadığı sürece) ve aynısı
uçaklar, trenler, gemiler için de geçerlidir.
Taşıt kullanırken aslında hareketi
“yapan” siz değilsiniz; tek yaptığınız orada oturup zamanı geçirecek bir
şeylerle oyalanmak, örneğin kusmamak için çaba harcamak. İçalgınız, beynin
ne olup bittiğini anlamasını sağlayacak o akıllı sinyalleri üretemiyordur.
Sinyal olmaması sürüngen beyninizde duruyor olduğunuz anlamına gelir, bu
da hareket etmediğinizi söyleyen gözleriniz tarafından güçlendirilir. Ama
gerçekte hareket ediyorsunuz ve sözünü ettiğimiz kulak sıvıları yüksek hızlı
hareket ve ivmelerle yaratılan güçlere tepki vererek seyahat ettiğinizi, bunu
da epey hızlı şekilde yaptığınızı beyne bildiriyor.
Şu anda olup biten şey, beynin hassas şekilde ayarlanmış hareket tespit
sisteminden karışık sinyaller almasıdır ve araba tutmasına neden olanın da bu
olduğu düşünülür. Bilinçli beynimiz bu çelişkili bilgiyle kolayca baş
edebilirken bedenimizi düzenleyen daha derin, daha temel bilinçdışı sistemler
bunun gibi içsel sorunlarla nasıl başa çıkacağını bilemez ve hataya neyin
neden olduğu konusunda hiçbir fikirleri yoktur. Aslında, sürüngen beyni
ilgilendirdiği kadarıyla, tek bir olası yanıt vardır: zehir. Doğada içsel
işleyişimizi bu kadar derinden etkileyebilecek ve onları bu kadar karmaşık
hale getirebilecek yegâne şey budur.
Zehir zararlıdır ve eğer beyin bedende zehir olduğunu düşünürse tek bir
mantıklı tepki verebilir: Kurtul ondan, kusma sistemini harekete geçir,hemen. Daha gelişmiş beyin bölgeleri durumu daha iyi kavrayabilir ama bir
kez harekete geçen temel bölgelerin tepkilerini değiştirmek oldukça çaba
gerektirir. Sonuçta neredeyse tanımları gereği “her temel bölge kendi
bildiğini okur”.
Araba tutması olgusu halen tam anlamıyla çözülememiştir. Neden bunu
her zaman yaşamıyoruz? Neden kimi insanların başına asla gelmiyor? Araba
tutmasının meydana gelmesine katkıda bulunan bazı dışsal ya da içsel
etkenler de olabilir, seyahat ettiğiniz aracın niteliği ya da belli hareket
tiplerine karşı hassasiyet için nörolojik yatkınlık gibi, ama bu bölümde
anlattıklarımız en popüler güncel teoriyi özetliyor. Alternatif bir açıklama
“nistagmus hipotezi”dir. 5 Buna göre hareket nedeniyle göz yuvarlağı
kaslarının (gözleri tutan ve hareket ettiren kaslar) elde olmadan gerilmeleri
vagus sinirini (yüzü ve kafayı kontrol eden ana sinirlerden biri) ilginç
biçimde uyarır, bu da araba tutmasına neden olur.
İki durumda da, araba
tutması yaşamamızın nedeni beynimizin kolayca karmaşa içine düşebilmesi
ve olası sorunları çözme konusunda sınırlı seçeneklere sahip olmasıdır, tıpkı
hak etmediği şekilde terfi ettirilmiş ve herhangi bir şey yapması istendiğinde
klişelerle ya da bağırma krizleriyle tepki veren bir yönetici gibi.
Deniz tutması insanları daha çok etkiliyor gibi görünüyor. Karada
hareketlerinizi açığa vuracak çok sayıda şeye bakabilirsiniz (örneğin hızla
geçen ağaçlar). Gemideyse genelde sadece deniz ve herhangi bir faydası
olamayacak kadar uzakta duran şeyler vardır, böylece görsel sistemin
herhangi bir hareket olmadığını iddia etmesi daha olasıdır. Deniz yolculuğu
aynı zamanda öngörülemez bir aşağı yukarı hareketi de ekler, bu da kulak
sıvılarının gitgide daha fazla karmaşaya düşen beyne daha fazla sinyal
göndermesine neden olur. Spike Milligan’ın savaş hatıralarını anlattığı Adolf
Hitler: My Part in His Downfall (Adolf Hitler: Düşüşündeki Payım) adlı
kitabında Spike, İkinci Dünya Savaşı sırasında gemiyle Afrika’ya sevk edilir
ve bölüğünde deniz tutmasından etkilenmeyen tek kişi odur. Deniz tutmasıyla
baş etmenin en iyi yolu sorulduğunda yanıtı basitçe şudur: “Bir ağaç altında
oturmak.” Bunu destekleyebilecek bir araştırma olmasa da gayet eminim ki
uçak tutmasını önlemek için de bu yöntem işe yarayacaktır.
Diyet ve yeme konusunda beynin karmaşık ve kafa karıştırıcı
kontrolü
Yemek yakıttır. Bedeniniz enerjiye ihtiyaç duyduğunda yersiniz.
Duymadığında yemezsiniz. Düşündüğünüzde bu kadar basit olmalıdır ama
sorun tam da budur: Biz çok akıllı insanlar bunu düşünebiliriz ve düşünürüz,
bu da her türden soruna ve nevroza neden olur.
Beynimizin yeme ve iştah konusundaki kontrolü çoğu insanı şaşırtabilir. 6
Bunun tamamen mide ya da bağırsaklar tarafından, belki de sindirilmiş
gıdaların işlendiği ve/ya da stoklandığı karaciğer ya da yağ rezervlerinden her
birinin katılımıyla kontrol edildiğini düşünürsünüz. 7 Gerçekten de bunlar
kendilerine ait rolleri oynar ama sandığınız kadar belirleyici değildirler.
Mideyi ele alalım; çoğu insan yeterince yediğinde “doydum” der.
Tüketilen besinin bedende vardığı ilk ana bölüm burasıdır. Siz doldurdukça
mide genişler ve midedeki sinirler beyne iştahı bastırması ve yemeyi
durdurması için sinyal gönderir, tamamen mantıklı bir durum. Yemek yerine
içtiğiniz kilo verdirici milkshake’lerin çalışma mantığı da budur.
8 Milkshake
mideyi hızla doldurup genişleten yoğun maddeler içerir ve siz onu kekler ve
turtalarla doldurmadan beyne “doldum” mesajı göndermesini sağlar.
Ancak bunlar kısa vadeli çözümlerdir. Çoğu insan bunları içmesinin
üstünden yirmi dakika geçmeden açlık hissettiğini söyler, bu da büyük oranda
midenin genişleme sinyallerinin yeme ve iştah kontrolünün sadece ufak bir
bölümünü oluşturmasındandır. Bunlar beynin daha karmaşık unsurlarına
doğru çıkan uzun bir merdivenin en alt basamağına benzer. Ve merdiven
arada sırada zikzaklar çizer, hatta daha yukarılarda kendi üzerinde turlar
atar. 9
İştahımızı etkileyen sadece mide sinirleri değildir, bu konuda rol sahibi
hormonlar da vardır. Yağ hücreleri tarafından salgılanan leptin iştahı azaltan
bir hormondur. Grelin ise mide tarafından salgılanır ve iştahı artırır. Eğer
fazla yağ stokunuz varsa daha fazla iştah bastırıcı hormon salgılarsınız; eğer
mideniz düzenli bir boşluk fark ediyorsa iştahı artırmak için hormon salgılar.
Basit değil mi? Ne yazık ki hayır. İhtiyaçlarına göre insanlar bu hormonlara
yüksek seviyelerde sahip olabilir ama beyin hızla buna alışabilir ve bu durum
uzun sürerse kararlı bir şekilde onları görmezden gelebilir. Beynin öne çıkan
yeteneklerinden biri, ne kadar önemli olursa olsun aşırı şekilde öngörülebilirhale gelen her şeyi görmezden gelebilme becerisidir (askerlerin savaş
alanlarında uyuyabilmelerinin nedeni de budur).
“Tatlıya her zaman yeriniz olduğunu” fark ettiniz mi? Biraz önce bir
dananın yarısını ya da bir gondolu batıracak kadar peynirli makarnayı yemiş
olabilirsiniz ama yine de çikolatalı kekin ya da üç kaşık dondurma eklenmiş
tatlının hakkından gelebilirsiniz. Neden? Nasıl? Mideniz doluysa daha
fazlasını yemek fiziksel olarak nasıl mümkün olabilir? Bu, büyük oranda
beyninizin idari bir karar alarak hâlâ yeriniz olduğu sonucuna varmasından
kaynaklanır. Tatlıların tadı beynin tanıdığı ve istediği belirgin bir ödüldür
(bkz. Bölüm 8) ve beyin “burada yer yok” diyen mideyi yok sayar. Araba
tutmasındaki durumun tersine burada neokorteks sürüngen beyni üstünde
hâkimiyet sahibidir.
Bunun nedeni tam olarak belirsizdir. Neden, mükemmel görünmek için
insanların oldukça karmaşık bir beslenme rejimine ihtiyaç duyması olabilir,
böylece erişilebilen her şeyi yiyen temel metabolizma sistemi yerine beyin
devreye girerek beslenmeyi daha iyi düzenlemeye çalışır. Beynin tüm yaptığı
bu olsa iyi olabilirdi. Ama öyle yapmaz. İyi de olmaz.
Deneyimlerimizden öğrendiğimiz bağlantılar, konu yeme olunca son
derece güçlüdür. Diyelim kek gibi bir şeyi çok seviyorsunuz. Yıllar boyunca
herhangi bir sorun olmadan kek yemiş olabilirsiniz, sonra bir gün sizi hasta
eden bir kek yersiniz.
İçindeki malzemelerden biri bozulmuş olabilir, alerjik
olduğunuz bir şey barındırabilir, ya da (işte can sıkıcı olan da budur) kek
yemenizden hemen sonra başka bir şey sizi hasta etmiştir. Ama o andan
itibaren beyin bağlantılar kurar ve keki kara listeye alır; bundan sonra kek
görmek bile bulantı hissini tetikleyebilir. İğrenme bağlantısı özellikle
güçlüdür, zehirli ya da hastalıklı şeyler yememizi engellemek üzere
evrilmiştir ve üstesinden gelmesi zor olabilir. İğrendiğiniz o şeyi onlarca defa
sorunsuz tüketmiş olsanız bile beyin bu kez Hayır! der. Bu konuda
yapabileceğiniz pek bir şey de yoktur.
Hasta olmak gibi biraz aşırı bir tepki dışında da durum aynıdır. Beyin
yiyecekle ilgili neredeyse her konuda araya girer. İlk lokmanın gözle
alındığını duymuşsunuzdur. Beynimizin çoğu, neredeyse yüzde 65’i tat alma
duygusundan daha çok görmeyle ilgilidir. 10 Bağlantıların doğası ve
fonksiyonu çok çeşitli olsa da, bu durum görmenin insan beyni için en önde
gelen duyusal bilgi kaynağı olduğunu gösterir. Bunun tersine, tat almaduyusu ise Bölüm 5’te göreceğimiz üzere aşırı derecede zayıftır. Burun
tıkaçları takılıyken gözleri bağlanan ortalama bir insan patatesi elmayla
karıştırabilir. 11 Şüphesiz, algıladığımız şeyler konusunda gözün dilden çok
daha büyük etkisi vardır, bu yüzden yiyeceğin nasıl göründüğü ondan
alacağımız zevki büyük oranda etkiler, süslü lokantaların sunum için
harcadıkları çaba da buradan gelir.
Rutin de yeme alışkanlıklarınızı ciddi şekilde etkileyebilir.
“Öğle yemeği
vakti” cümlesini düşünün. Saat kaçtadır? Çoğunluk “Öğlen 12 ila 14 arası”
der. Neden? Eğer yemek enerji için gerekiyorsa, rençber ve oduncu gibi ağır
işçilerden yazar ve programcı gibi oturarak çalışanlara kadar toplumdaki
herkes öğle yemeğini neden aynı saatte yiyor? Çünkü uzun zaman önce
bunun öğle yemeği vakti olduğu konusunda anlaşmaya vardık ve bunu
nadiren sorguluyoruz. Bir kez bu düzene girdiğinizde, beynininiz çabucak
buna devam edilmesini ister ve acıktığınız için yeme zamanının geldiğini
bilmekten ziyade, acıkırsınız çünkü yeme zamanı gelmiştir. Öyle görünüyor
ki beyin, mantığın nadiren kullanılması gereken, az bulunur bir kaynak
olduğu fikrindedir.
Alışkanlıklar yeme düzenimizin önemli kısmını oluşturur ve bir kez
beynimiz bir şeyleri beklemeye başlayınca bedenimiz hızla onu takip eder.
Aşırı kilolu birisine daha disiplinli olması ve az yemesi gerektiğini söylemek
iyi hoştur ama yapması o kadar da kolay değildir. Aşırı yemeye başlamanız
duygusal açlık gibi birçok etkene bağlı olabilir. Üzgün ya da depresif
durumdaysanız, beyniniz bedeninize yorgun ve tükenmiş olduğunuz sinyalini
gönderir. Yorgun ve tükenmişseniz neye ihtiyacınız vardır? Enerji. Enerjiyi
nereden alırsınız? Yiyecek! Yüksek kalorili yiyecekler de beynimizdeki ödül
ve zevk devrelerini tetikleyebilir. 12 “Duygusal açlık salatası”ndan söz
edildiğini nadiren duymanızın nedeni de budur.
Beyniniz ve bedeniniz belli bir kalori girişine bir kez adapte oldu mu bunu
azaltmak son derece zor olabilir. Yarış sonrası yüz metre koşucularını ya da
maratoncuları iki büklüm nefes almaya çalışırken görmüşsünüzdür. Onları
oksijen oburu olarak değerlendirebilir misiniz? Kimse disiplinsiz, tembel ya
da açgözlü olduklarını söylemez. Yeme konusunda da benzer bir durum
(daha sağlıksız olsa da) söz konusudur, çünkü beden artmış yiyecek girişini
umacak şekilde değişmiştir, sonuç olarak da bunu durdurmak güç hale
gelmiştir.
Daha en başta neden ihtiyaç duyduğumuzdan fazlasını yediğimizinve zamanla buna alıştığımızın kesin nedenlerini saptamak imkânsızdır, zira
çok sayıda olasılık vardır ama şunu ileri sürebilirsiniz; eline geçen her
yiyeceği tüketmek üzere evrimleşmiş bir türe sınırsız miktarda yiyecek
sunarsanız karşılaştığımız şey kaçınılmaz hale gelir.
Yeme konusunda beynin kontrolünün daha fazla kanıtına ihtiyaç
duyuyorsanız, anoreksi ya da bulimia gibi yeme bozukluklarını düşünün.
Beyin bedeni, beden imgesinin besinden daha önemli olduğuna ikna etmeyi
başarır, böylece besine ihtiyaç duymaz! Bu bir otomobili benzine ihtiyaç
duymadığına ikna etmenizle aynı şeydir. Ne mantıklı ne de güvenlidir ama
yine de endişe verecek kadar normal bir şekilde yaşanır. Hareket etmek ve
yemek gibi iki temel zorunluluk beynimizin sürece karışması nedeniyle
gereksiz şekilde karmaşık hale gelir. Ancak yemek hayatımızın en büyük
zevklerinden biridir ve ona bir fırına kömür atıyor gibi davransaydık,
hayatlarımız herhalde çok daha sıkıcı hale gelirdi. Belki de beyin ne yaptığını
gayet iyi biliyor.